Cihan PâdiÅŸahlarına Yön Veren EÅŸsiz Bir Mâneviyat Sultânı
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ (1541-1628)
Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir.
Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiÅŸtir. Cüneyd-i BaÄŸdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin birinde:
Ceddim ü pîrim sultan
Sen’sin yâ Rasûlâllâh
diyerek kendisi de ifâde eder.
Koçhisar’da doÄŸmuÅŸ, çocukluÄŸu Sivrihisar’da geçmiÅŸtir.
O, bir asra yakın ömür sürmüÅŸ ve sekiz pâdiÅŸah devrini idrâk etmiÅŸ bir gönül sultânıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irÅŸad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuÅŸtur.
İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O, kuruluÅŸ yıllarında Åžeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduÄŸu kıymetli irÅŸad, hizmet ve faâliyeti, aynı aÅŸk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî ÅŸahsiyettir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduÄŸu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdiÅŸahların hem de bütün tebaanın sevdiÄŸi bir Hak dostu olarak tebârüz etmiÅŸtir.
Osmanlı’nın yükseliÅŸten yavaÅŸ yavaÅŸ duraklamaya doÄŸru seyir takip eden bir devrinde yaÅŸayan Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanların âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiÅŸ, bir yandan da birtakım kargaÅŸadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını âdeta hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiÅŸtir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irÅŸad ve hizmet sofrasına koÅŸarak ferahlamış; dergâhı, gönüllerin huzur ve saâdete kavuÅŸtuÄŸu bir mekân olmuÅŸtur.
Gerçekten onun devri, saâdetle felâketin birbirini takip ettiÄŸi çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye baÅŸlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizâmın sarsılıp bozulmasının, 2. Genç Osman’ı fecî bir sûrette katletme derecesine ulaÅŸtığı ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı Hâfız Ahmed PaÅŸa’nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta bile bulaÅŸmış olduÄŸu düÅŸünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır.
İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk’ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diÄŸerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarÅŸinin önünden kaçanların sığındıkları yegâne yer, onun dergâh-ı ÅŸerîfi olmuÅŸtur. Nitekim Halil PaÅŸa, Dilâver PaÅŸa ve Ali PaÅŸa gibi zevât, baÅŸları her dara düÅŸtükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâh-ı ÅŸerîfi, kimsenin zarar ve ziyânının eriÅŸemeyeceÄŸi, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüÅŸtür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekândan baÅŸka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve ihtirâma nâil deÄŸildi.
Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin böyle bir makâmı hâiz oluÅŸu ve sahip bulunduÄŸu müstesnâ liyâkati elde ediÅŸinin nasıl tahakkuk ettiÄŸi üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zira onu bu kemâle ulaÅŸtıran metod, mâneviyat yolunda yürüyenlere müstesnâ bir numûne-i imtisâldir.
***
Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoÄŸurmuÅŸtu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir ÅŸekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi olmuÅŸtu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası baÅŸkadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliÄŸin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu.
Onun kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da iÅŸte bu zamana rastlar. Åžöyle ki:
Her türlü ilmî liyâkat ve makamına raÄŸmen Hüdâyî Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaÅŸlar akıtan bir kadıncağız, kocasından ÅŸikâyetle mahkemeye mürâcaat etmiÅŸti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a ÅŸunları söyledi:
“–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceÄŸim diye tutturdu. Hattâ: «–EÄŸer bu sene hacca gidemezsem seni boÅŸayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. BeÅŸ altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiÄŸini söyledi. Hiç böyle bir ÅŸey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boÅŸanmak istiyorum!..”
Kadı Mahmûd Efendi, yapılan ÅŸikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doÄŸru olup olmadığını sordu. Adam cevâben:
“–Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doÄŸrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiÅŸ bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı Bursalı hacılarla da görüÅŸtüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim…” dedi.
Kadı Mahmûd Efendi ÅŸaşırdı:
“–Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
Adamcağız da anlatmaya başladı:
“–Efendim, her sene olduÄŸu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.
Böyle bir hâdiseye ilk defa ÅŸâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.
Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:
“–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düÅŸmanı olan ÅŸeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.
Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüÅŸüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüÄŸünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduÄŸu gibi öÄŸrendi ve büyük bir hayret ve ÅŸaÅŸkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kaldı.
Fakat, yüreÄŸine muammâlı bir kor düÅŸmüÅŸ, zihni karmakarışık olmuÅŸtu. Ruh ve irâde çaÄŸlayanı, sarhoÅŸ bir hâlde akmaya baÅŸladı. Ne yapacağını düÅŸünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koÅŸtu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:
“–Kadı Efendi! Nasîbiniz benden deÄŸil, zamanın mürÅŸid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretleri’ndendir.” dedi.
Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaÅŸtığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el baÄŸlayıp onun talebesi olmak istedi.
MeÅŸhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi ÅŸaÅŸaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, geliÅŸen ahvâlden mânen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliÄŸe hemen kabul etmedi:
“–Gidin Kadı Efendi! Sizin ÅŸöhrete boÄŸulmuÅŸ, mal ve makam debdebesi içinde ÅŸaÅŸaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek istemediÄŸinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doÄŸru yürüdü.
Bir yandan ÅŸeyhin mânevî câzibesi, diÄŸer yandan da gördüÄŸü açık kerâmetler karşısında hayret vâdilerinde dolaÅŸan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrâk etmiÅŸti. Kararı kesindi. Zira nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen ÅŸeyhin arkasından koÅŸup boyun büktü ve:
“–Efendim! İrâdesiz ve ÅŸaÅŸkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düÅŸer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla ÅŸereflendiriniz!” dedi.
Bunun üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliÄŸi bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzata girmesi gibi üç büyük ÅŸart koÅŸtu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin cân u gönülden teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dâhil eyledi.[1]
Sonra da Kadı Mahmûd’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için, yani kadılık makamının kendisine verdiÄŸi gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciÄŸer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizliÄŸi vazifesini de ona verdi.
Üftâde Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyet ve hâlisiyet içinde gelen Kadı Mahmûd Efendi, üstâdının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürÅŸidinin tâlimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciÄŸer satarken gören ahâlînin:
“–Bizim kadı efendi, delirmiÅŸ gâlibâ!”
“–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!..” ÅŸeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstâdının verdiÄŸi vazifeleri ÅŸevkle îfâya çalıştı.
Böylece yüce bir olgunluÄŸa hızlı bir ÅŸekilde yol almaya baÅŸladı. Åžeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu.
Nefsindeki son varlık ve benlik emâresini bertaraf etmesi ise, pek meÅŸhurdur:
Bir gün Kadı Mahmûd, helâ temizlemekle meÅŸgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nidâ duydu:
“–Ey âhâli! Duyduk-duymadık demeyin; ÅŸehrimize yeni kadı geliyor!..”
Gönlünün zayıf bir ânını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:
“–Demek yerime yeni bir kadı geliyor!. Âh bîçâre Mahmûd, sen böylesine ÅŸerefli bir mesleÄŸi bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliÄŸi yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!” dedi.
Nefsinin bu tehlikeli serkeÅŸliÄŸi karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük bir iç ürperiÅŸiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine ÅŸart koÅŸulan emirleri yerine getireceÄŸine dâir söz vermiÅŸti. Derhâl tevbe ve istiÄŸfâr ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine ÅŸiddetli bir ÅŸekilde mukàbele etti:
“–Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede ÅŸimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..”
Ancak Kadı Mahmûd, bu hâle o kadar üzülmüÅŸtü ki, nefsinin iÄŸfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki piÅŸmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düÅŸünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taÅŸlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd’a mütebessim bir çehre, yumuÅŸak bir ses ve latîf bir edâyla, hitâb etti:
“–Evlâdım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübârek bir Sünnet-i Seniyye’dir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu.
Sonra ÅŸöyle buyurdu:
“–Evlâdım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiÄŸim hizmetlerin gâyesi, iÅŸte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..”
Kadı Mahmûd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemâl-i edeple îfâya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.
Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaÅŸlar damladı. Gayr-i irâdî bir ÅŸekilde su testisini göÄŸsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten baÅŸka bir ÅŸey yapamadı. O esnâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çâresiz ve irâdesiz bir ÅŸekilde bu emre baÅŸ kesti ve büyük bir endiÅŸe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye baÅŸladı. Su, mübârek ellerine deÄŸer deÄŸmez Üftâde Hazretleri, yavaÅŸça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle:
“–Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi.
Buna pek ÅŸaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:
“–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.
Üftâde Hazretleri de:
“–Evlâdım! Farkında deÄŸilsin; bu su, odun ateÅŸiyle deÄŸil, gönül ateÅŸiyle ısınmış!..” cevabını verdi.
Zira Hüdâyî Hazretleri, girdiÄŸi sıkı riyâzatla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiÅŸ ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuÅŸtu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nâil olmuÅŸ, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüÅŸüp konuÅŸur bir hâle gelmiÅŸti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiÅŸ bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arz etti. Hazret-i Üftâde ise:
“–Evlâdım! Yapmış olduÄŸun riyâzat sâyesinde rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmiÅŸsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında aynı hâl içinde idik.” buyurdular.
***
Bir gün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün derviÅŸler, kırın en güzel yerlerini dolaÅŸarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. DiÄŸerlerinin neÅŸ’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuÅŸ çiçeÄŸi Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.
Üftâde Hazretleri, diÄŸer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
“–Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”
Kadı Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
“–Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeÄŸe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki ÅŸu tesbîhine devam edemeyen çiçeÄŸi getirmek zorunda kaldım!..”
Bu güzel ve mânâ dolu cevâba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:
“–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmiÅŸsin..” ifâdeleri döküldü.
Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âÅŸinâ olmuÅŸtu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmiÅŸti.
Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduÄŸu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu.
***
Yalnızca üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baÅŸ talebesi durumuna gelmiÅŸ bulunan Hüdâyî Hazretleri’nin bu yükseliÅŸi dolayısıyla eski derviÅŸândan bâzılarında hoÅŸnudsuzluk görülmeye baÅŸlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashîh için ÅŸu güzel usûle baÅŸvurdu:
Bir kış akÅŸamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine mâneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek mânidar bir ÅŸekilde:
“–Evlâtlarım! Acabâ asmasından daha yeni kopmuÅŸ taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi.
Bütün derviÅŸler, bu suâle ÅŸaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hattâ bir kısmı:
«Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!» diye düÅŸündü.
Ancak üstâdına büyük bir teslîmiyetle baÄŸlı olan ve birçok merhaleyi geçmiÅŸ bulunan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu talepte bir hikmet olduÄŸunu düÅŸünerek edeple:
“–Hocam! Müsâadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi.
Verilen izin üzerine de hemen baÄŸa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediÄŸinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaÅŸtı. Bunun, üstâdının bir kerâmeti olduÄŸunu düÅŸünerek elindeki sepeti doldurdu ve doÄŸruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meÅŸgul bir vaziyette gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle fark edemediÄŸi bir kuyunun içine düÅŸtü. Kuyu derin olduÄŸu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir hâlde idi ki, yukarıdan bir ses duydu:
“–Evlâdım! Uzat elini!”
Baktı; nur yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdâyî, kendisini kurtaran bu zâta, henüz kim olduÄŸunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan kayboldu.
Nihâyet elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâyî Hazretleri, başından geçenleri üstâdına nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır -aleyhisselâm- olduÄŸunu beyândan sonra diÄŸer derviÅŸlere:
“–Evlâdımız Hüdâyî’nin kemâli tamam olmuÅŸtur. O hilâfeti çoktan hak etmiÅŸti zaten.” dediler.
Bundan sonra Üftâde Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdâyî Hazretleri, bilâhare mânevî bir iÅŸaretle Bursa’ya döndü. Son demlerini yaÅŸayan üstâdı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül iÅŸtiyâkı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gâyet memnun kalan Hazret-i Üftâde bir gün:
“–OÄŸlum! PâdiÅŸahlar rikâbında yürüsün!” diye duâda bulundu.[2]
Hüdâyî Hazretleri, üstâdı’nın vefâtından sonra Åžeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a yerleÅŸti.
Onun Üsküdar’da kurduÄŸu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitâb eden mâneviyat ve irfan mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın derviÅŸleri arasına kattı. Husûsiyle 3. Murad Han, 1. Ahmed Han, 2. Genç Osman Han ve 4. Murad Han, Hüdâyî Hazretleri’nin yakın irÅŸâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan 4. Murad Hân’ın kılıç kuÅŸanma merâsiminde bizzat bulunmuÅŸ ve âdet olduÄŸu üzere Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i saâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını yeni pâdiÅŸâha bizzat kuÅŸandırmıştır.
***
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiÄŸi yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu pâdiÅŸah, baÅŸlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniÅŸ sınırlarına ve ihtiÅŸâmına, gerekse yaşının gençliÄŸine ve zindeliÄŸine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaÅŸanıyordu. İşte bunu fark eden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cür’et dahî edemeyeceÄŸi bir vazifeyi, yani sultânı irÅŸad vazifesini zarûreten üstlendi. 3. Murad Hân’a, onu Hak ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mâhiyetlerine göre, gerektiÄŸinde yumuÅŸak, gerektiÄŸinde sert bir üslûbu hâiz olması, Hazret-i Hüdâyî’nin bu irÅŸad vazifesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire mâlik olduÄŸunu göstermesi bakımından câlib-i dikkattir. Zira celâdeti sebebiyle 3. Murad’a bu îkazların, yüksek seviyede bir mânevî tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün deÄŸildi. Muhtelif zamanlara âit mektuplardan bâzı bölümler ÅŸöyledir:
“Sultânım! Åžerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla îtidâl ve istikâmet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının ÅŸartlarını, yani ÅŸerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, iÅŸte budur!..”
“Saâdetli PâdiÅŸâhım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve ÅŸevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allah ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikàmesidir. Bid’atlerin atılıp Sünnet’lerin icrâsıdır.”
“Sultânım! Allâh’ın kulları sizden ÅŸefkat ve merhamet bekler. EÄŸer halka ÅŸefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiÅŸ olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”
“Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmiÅŸsiniz. Halk bundan çok memnun olmuÅŸtur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmiÅŸti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”
“Sultânım! Bizim iÅŸimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irÅŸâd eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih iÅŸlemeye teÅŸviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a sığınırız.”
Bu ÅŸekilde kıymetli nasihat ve irÅŸadlarıyla baÅŸta sultan olmak üzere bütün devlet ricâli arasında tesir ve nüfûzu artan Hüdâyî Hazretleri, Ferhad PaÅŸa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya mânevî kumandanlık yapmıştır.
***
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed ile münâsebet halkasının ilkini teÅŸkil eden rüyâ tâbiri hâdisesi pek meÅŸhurdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâyî Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan 1. Ahmed Han, Hazret-i Pîr’in ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleÅŸmiÅŸtir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın rüyâ tâbiri ilminden son derece nasibdar olan Hüdâyî -kuddise sirruh-’un, bu yönüyle cihan sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduÄŸu tâbirlerdeki isâbeti, onun bu husustaki liyâkat ve salâhiyetinin bir niÅŸânesidir.
Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiÄŸi üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermiÅŸti. Fakat Hüdâyî Hazretleri kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduÄŸu için onu devrin ÅŸeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında:
“–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiÅŸtim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi.
İfâdelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de ÅŸu mânidar cevabı verdi:
“–Sultânım! Hazret-i Hüdâyî bir ankàdır ki, lâÅŸeye tenezzül etmez!”
Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uÄŸradı. Ona da:
“–Efendim! Sizin kabul etmemiÅŸ olduÄŸunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.
Hüdâyî Hazretleri de mütebessim bir çehre ile:
“–Sultânım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düÅŸmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.[3]
Bu menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tâzimlerini, husûsiyle Hüdâyî Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zira mânevî münâsebetlerde irÅŸad vazifesi dolayısıyla, pâdiÅŸahla yakınlık kuran Hüdâyî Hazretleri, maddî münâsebetlerde ise son derece müstaÄŸnî idi. Zira dünyaya meyl ü muhabbeti artırıp mâneviyâtı zedeleyebilecek bir tehlike arz eden maddî ikramlar, onun asıl vazifesi olan irÅŸad faâliyetine mânî olabilirdi. Ancak bâzı durumlarda pâdiÅŸah ihsânının reddedilmemesinin de bir ikrâm olduÄŸu an’anesine riâyet etmiÅŸse de, aldıklarını dergâh inÅŸâsında, mürîdâna hizmette ve kurduÄŸu vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bâzı hâllerde de kendisine takdîm edilen hediyeleri geri göndermiÅŸtir.
***
1. Ahmed Han’dan sonra 2. Genç Osman ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdiÅŸâhı da istikâmetlendirmek husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiÄŸini görerek bu gidiÅŸâta dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdiÅŸahtı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar pâdiÅŸahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiÅŸ-geliÅŸ takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye ÅŸeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiÅŸ, hepsi de vekil göndermek sûretiyle bu farîzayı îfâ etmiÅŸlerdi.
Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip kadîm an’aneyi bozmasını doÄŸru bulmayarak onu îkâz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliÄŸi ve tecrübesizliÄŸi sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkazlarına raÄŸmen teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleÅŸtirme yolunda teÅŸebbüse geçti. Neticede bu teÅŸebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultân’ın Hicaz’a gitmesinden maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceÄŸi ÅŸeklinde anlaşıldı. Sultân’ın bu hamlesini akàmete uÄŸratmak isteyen zorbabaşılar, derhâl hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte “hâile”, yani dram diye anılagelen mâlum çirkin cinâyeti iÅŸlediler.
Bu hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir ÅŸekilde sergilemiÅŸtir.
Devlet ricâlinden diÄŸer bâzıları ise, ortalığı saran anarÅŸiden korunabilmek için Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir tehlikeden muhâfaza edebilmiÅŸlerdir. Zira Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek devlet, gerekse ehl-i ÅŸekàvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü tâbirle dergâhın âdeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr’in delâletiyle -Halil PaÅŸa gibi- iâde-i îtibâra mazhar olurlardı.
***
2.Genç Osman’ın ÅŸehâdeti üzerine tahta geçen 4. Murad Han, henüz on dört yaşında idi. Eyüp’te yapılan kılıç kuÅŸanma merâsimine evvelce beyân ettiÄŸimiz üzere devrin en mûteber ÅŸeyhi sıfatıyla Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-duâ ile yeni sultâna kılıç kuÅŸandırdı.
4. Murad Han, tahta geçtiÄŸinde çok küçük yaÅŸlarda olduÄŸundan ipler vâlidesinin ve birtakım devlet ricâlinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan 4. Murad Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına giderek gönlünü mânen takviye eder, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyâretleri samimî bir derviÅŸin edep ölçüleri içinde gerçekleÅŸtiren 4. Murad Han, bir gün yanına lalasını da almıştı. Dergâhın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içeriden bir derviÅŸin:
“–Kimdir?” suâline lala, alışkın olduÄŸu üzere derhâl:
“–Yedi iklîm pâdiÅŸâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murad Hân-ı Râbi‘ Efendimiz teÅŸrîf eylediler. Hemen Åžeyh Hazretlerine bildirile!..” deyiverdi.
DerviÅŸ de:
“–Bu kapı saltanat kapısı deÄŸil!” cevabını vererek kapıyı açmadı.
Lalasının hâline tebessüm eden 4. Murad Han:
“–Lala! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır.” dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçeriden gelen aynı suâle büyük bir edeple:
“–Åžeyh Hazretleri’ne Murad kulunuz geldi deyiniz!” ifâdesiyle mukàbele etti.
Bunun üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.
O sıralar hayli yaÅŸlanmış bulunan Hüdâyî Hazretleri, her türlü liyâkatle kemâle erebilmesi için 4. Murad Hân’a müstesnâ bir alâka göstermekteydi.
İşte bu alâka ve muhtelif irÅŸadlarının bir bereketidir ki 4. Murad Han, gün geçtikçe madden ve mânen tekâmül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük dâvâları omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle ordudaki ve ahâlî arasındaki disiplini saÄŸlayarak daha o gün yıkılma tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir bâdireden kurtardı.
***
İşte Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu ÅŸekilde yönlendirebilmesi olmuÅŸtur. Bununla birlikte onun, erbâbının gönül hissiyâtını besleyici birçok kerâmetleri de bulunmaktadır.
Hüdâyî Hazretleri’nin pek meÅŸhur olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir ÅŸekilde karşıya geçmesidir. Allah Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiÄŸi yol, âdeta süt-liman olmuÅŸ ve dört bir yanda ÅŸaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemiÅŸti.
Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, ÅŸiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.
Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar BoÄŸaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, BeÅŸiktaÅŸ önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i YûÅŸâ -aleyhisselâm- tarafına doÄŸru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.
Bir zamanlar halkın, İstanbul’da medfun olan büyük velîlere karşı edebi iÅŸte böyleydi!
***
Bir kimse Hüdâyî Hazretleri’nin kimyâ ilmine vâkıf olduÄŸunu duyarak Hazret-i Pîr’e geldi ve:
“–Efendim! Sizin kimyâ ilmine vâkıf olduÄŸunuzu duydum, ne buyurursunuz?” dedi.
Hüdâyî Hazretleri, hiçbir ÅŸey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı ve üzerlerine üfledi. Allâh’ın izniyle yapraklar, birer altın varak hâline geldi.
Hâdiseyi ÅŸaÅŸkın bir ÅŸekilde seyreden zavallı adam da, aynı ÅŸeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Adamı mânidar bir ÅŸekilde seyreden Hüdâyî Hazretleri ÅŸöyle buyurdu:
“–OÄŸlum! Bilesin ki kimyâ ilmini öÄŸrenmek, nefsini kimyâ etmekten ibarettir…”
***
İstanbul’da çok ÅŸiddetli bir tâun hastalığı zuhûr etmiÅŸti. Her gün binlerce kiÅŸi bu hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir ÅŸey gelmeyen ahâlî, çaresiz bir hâlde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne koÅŸtu. GözyaÅŸlarıyla duâ taleb etti. O da ÅŸöyle buyurdu:
“–Bu türlü iÅŸlere karışmak bizim meÅŸrebimize uygun deÄŸildir. Ancak mâdem ki hastalığın ÅŸiddeti dolayısıyla ısrâr ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi aÄŸacının altında bir hasıra sarılıp yatan ve «Hasır-pûÅŸ Dede» denilen bir zât vardır. Ona baÅŸvurun! EÄŸer kabul etmeyecek olursa, selâmımızı söyleyin!..”
Bunun üzerine halk, doÄŸruca denilen ÅŸahsa gitti. Fakat meczup meÅŸrepli bu zât, halkın merâmını dinleyince büyük bir öfke ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr’in selâmını ilettiler. Selâmı alır almaz ayaÄŸa fırlayan meczup Hasır-pûÅŸ Dede, hemen kendisinden istenilen duâya baÅŸladı. Duâdan sonra da:
“–Bugün bir kimsenin daha cenâzesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!” dedi.
Ardından Hüdâyî Hazretleri’nin baÅŸka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına büründü.
Gerçekten o gün tâundan bir kiÅŸi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan kalktı.
***
Hüdâyî Hazretleri’nin ilmî hüviyeti sâyesinde ulemâdan da birçok mürîdi vardı. Åžeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, oÄŸlu Es’ad Efendi gibi zâtlar, onun irÅŸad halkasına katılanlardandı. Tasavvuf, tefsir, fıkıh gibi muhtelif alanlarda otuza yakın eser vermiÅŸtir. Kadılık ve müderrislik vazifelerini bırakmışsa da, bu onun bir nevî vazife deÄŸiÅŸikliÄŸi sebebiyledir. Yoksa dîn-i mübîn yolunda ne ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfâna meyletmemek doÄŸru deÄŸildir. Zira ilimsiz bir irfân ve irfânsız bir ilim, serâpâ ziyandır. Bunun için tasavvufa girdikten sonra:
İlâhî çün halâs ettin müderrislik kazâsından
Visâlin lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından
demekle birlikte bizzat ÅŸeyhinin emri muvâcehesinde vâizlik vazifesine devam etmiÅŸtir. Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de sürdürmüÅŸtür. Çünkü o, bunları deÄŸil, nefsini terk etmiÅŸti.
Hüdâyî Hazretleri’nin yapmış olduÄŸu bu tefsir ve hadis derslerine iÅŸtirâk edip de icâzet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.
Bu meyanda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ÅŸöyle der:
“Velîler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında “rasûl” olanlar gibidir. Hazret-i Hüdâyî de, yazmış olduÄŸu eserleriyle bu rütbeyi hâiz olarak ÅŸeyhi Üftâde Hazretleri’ne bir ayna vazifesi görmüÅŸtür.”
***
İrÅŸad ve mânevî terbiyesini ÅŸiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu sahada da gönülleri tenvîr eden pek tesirli eserler vermiÅŸtir. Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiÅŸ ÅŸiiri vardır.
Hüdâyî Hazretleri, bu ÅŸiirlerinden birinde gönülden mâsivânın çıkarılıp sırf Allah muhabbetinin yerleÅŸtirilmesi husûsunu ÅŸöyle ifâde eder:
Neyleyeyim dünyâyı
Bana Allâh’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı
Bana Allâh’ım gerek.
Ehl-i dünyâ dünyâda
Ehl-i ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdâda
Bana Allâh’ım gerek.
Dertli dermanın ister
Kullar sultânın ister
Âşık cânânın ister
Bana Allâh’ım gerek.
Bülbül güle karşı zâr
Pervâneyi yakmış nâr
Her kulun bir derdi var
Bana Allâh’ım gerek.
Beyhûde hevâyı ko
Hakk’ı bula-gör yâ hû
Hüdâyî’nin sözü bu
Bana Allâh’ım gerek.
Hüdâyî Hazretleri, ÅŸiirlerinde Yûnus Emre Hazretleri’nin takip ettiÄŸi yoldan giderek gönülleri mâneviyat ile yoÄŸurur. Kulları, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliÄŸi karşısında îkâz eder:
Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ deÄŸil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ deÄŸil misin?
Yürü hey bî-vefâ yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünyâ deÄŸil misin?
Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünyâ deÄŸil misin?
EÄŸer, ÅŸâh u eÄŸer bende
Her kiÅŸiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ deÄŸil misin?
Kimisini nâlân edip
Kimisini giryân edip
Âhir-i kâr uryân edip
Soyan dünyâ deÄŸil misin?
İşin gücün dâim yalan
Çok kiÅŸiden arta kalan
Nice kerre boÅŸaluben
Dolan dünyâ deÄŸil misin?
Bu ÅŸekilde dünyanın hakîkatini insana hatırlatan Hüdâyî Hazretleri, insanın sahip olduÄŸu yüce makâma, yani halîfetullâh olma sırrına dikkat çeker. Bu sırrı, insanın Hak katından bu varlık âlemine geliÅŸi ve yine Hakk’a dönüÅŸü hakîkati çerçevesinde ÅŸöyle anlatır:
Ezelden aÅŸk ile biz yâne geldik!
Hakîkat, ÅŸem’ine pervâne geldik!
Tenezzül eyleyip vahdet ilinden,
Bu kesret âlemin seyrâne geldik!
Geçip fermân ile bunca avâlim
Gezerken âlem-i insâne geldik!
Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak,
Bıraktık katreyi ummâne geldik!
Nemiz ola Hudâyâ Sana lâyık
Hemân bir lûtf ile ihsâne geldik!
Umarız erelim bâkî hayâta,
Civâr-ı Hazret-i Rahmân’e geldik!
Geçip âhir bu kesret âleminden,
Hüdâyî halvet-i Sultân’e geldik!..
Bütün evliyâullâh gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâsitânî muhabbetinde zirveleÅŸen Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-, gönlündeki Rasûlullah aÅŸkını ÅŸöyle dile getirir:
Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh
Zuhûrun derd-i uÅŸÅŸâka devâdır yâ Rasûlâllâh
Nebî idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre
İmâmü’l-enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllâh
Hüdâyî’ye ÅŸefâat kıl eÄŸer zâhir eÄŸer bâtın
Kapına intisâb etmiÅŸ gedâdır yâ Rasûlâllâh…
Hüdâyî Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla BoÄŸaz’ı geçerken ÅŸiddetli bir fırtına çıkmış, ÅŸu ÅŸiirle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiÅŸtir:
Allâhümme yâ Hâdî
Âsân eyle yolumuz!
Sehhil ubûra’l vâdî
Tiz geçir tut elimiz!
Yâ Rab fazl u cûd ile
Kemâl-i ÅŸuhûd ile
Hakkânî vücûd ile
Islâh eyle hâlimiz!
GörüldüÄŸü gibi hizmetini geniÅŸ bir sahaya yayıp muvaffakıyetle sürdürmüÅŸ olan Hüdâyî Hazretleri, yaÅŸamış olduÄŸu asra ve sonraki yüzyıllara silinmez bir mühür vurmuÅŸ olarak 1628 milâdî tarihinde ardında sayısız muhib, müntesib ile pek çok eser ve vakıf bırakarak bahtiyar bir ÅŸekilde rahmet-i Rahmân’a yürümüÅŸtür.
Rahmetullâhi aleyh!
***
Onun yapmış olduÄŸu hizmetler, devletin ve milletin selâmeti açısından pek mühim bir ehemmiyeti hâizdir. O, cihan pâdiÅŸahlarını dahî yönlendirebilmiÅŸ, böylece koca bir mülkün emîn ellerde temâdîsini temin etmiÅŸti. O dönemlerde yavaÅŸ yavaÅŸ baÅŸlayan tekke-medrese mücâdelesi dolayısıyla sarayda ve ilim erbâbı arasında bir hayli nüfûz ve tesiri azalan tasavvufî hayatı, tekrar dirilterek cemiyete yeni bir zindelik kazandırmıştı.
Onun mânevî tasarrufu vefatından sonra da devam etmiÅŸtir:
1638’de BaÄŸdat seferine çıkan 4. Murad’ın dirâyetini bilen Safevî hükümdârı, onun BaÄŸdat önlerine gelmesi hâlinde ÅŸehri mutlak sûrette kaybedeceÄŸini bildiÄŸinden Sultân’ı bir suikastle ortadan kaldırmanın daha yerinde olduÄŸunu düÅŸünerek üç husûsî yetiÅŸtirilmiÅŸ casusu Osmanlı ordusuna göndermiÅŸti. Bunlar, bir gece sekiz kadar nöbetçiyi aÅŸarak Sultân’ın yanına kadar girmeyi baÅŸardılar. Hemen hançerlerini çekip yatağın başına yaklaÅŸtılar. Uyumakta olan Sultan, o anda bir rüyâ görmeye baÅŸladı:
Çok sevdiÄŸi rahmetli üstâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, kendisine misâfir olmuÅŸtu. Birlikte oturuyorlardı. Ancak o esnâda Hazret-i Pîr’in o vakte kadar kendisinden görülmemiÅŸ bir sür’atle birden ayaÄŸa kalkmasıyla haykırması bir oldu:
“–OÄŸlum Murad! AyaÄŸa kalk!”
Zaten hocası daha ayaÄŸa kalkarken edeben ayaÄŸa kalkmaya davranan 4. Murad Han, gelen emirle daha bir hızla yerinden doÄŸruldu. Rüyâda gerçekleÅŸen bu doÄŸruluÅŸla birlikte uyanarak gerçekte de yatağından kalkıverdi ve başında bulunan eli hançerli üç ÅŸahsı fark etti. Derhâl üzerlerine yorganını fırlattı ve başı ucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzunu kavradığı gibi üçünü de yere serdi. Böylece hocası Hüdâyî Hazretleri’nin yeni bir tasarrufuyla mutlak bir suikastten kurtulmuÅŸ oldu.
Hazret-i Pîr’in vefâtından sonra gerçekleÅŸen bu tasarrufu, günümüzde de hâlen cârîdir ve birçok yaÅŸanmış misâlleri vardır. İbret ve mâlumat bakımından bir misâl daha zikredelim:
***
Yıl 1975. ÖÄŸle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr’in türbesi önüne nur yüzlü, buÄŸday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmiÅŸti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imamına rastladı ve:
“–Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüÅŸebilirim? Acabâ ÅŸu an burada mıdır?” diye sordu.
Böyle bir suâl karşısında ÅŸaşıran imam Muharrem Efendi:
“–OÄŸlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Hazret-i Pîr’in orada olduÄŸunu duyan genç, sevinçle:
“–Lütten beni onunla görüÅŸtürünüz!” dedi.
Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
“–OÄŸlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Genç de, talebini tekrarladı:
“–O zaman benimle görüÅŸtür! Ben onunla görüÅŸmek istiyorum!” dedi.
Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir ÅŸey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:
“–Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun?” diye sordu.
Yüzü gibi sînesi de sâf olan delikanlı, lâfın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüÅŸtürmek istemediÄŸine hayret ederek:
“–Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleÅŸmiÅŸtik. Benim geleceÄŸimden haberi var.” dedi.
Sözün burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcut olduÄŸunu idrâk etti ve merakla sordu:
“–Evlâdım! Nasıl sözleÅŸtiniz?”
Genç anlatmaya baÅŸladı:
“–Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraÅŸütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da BeÅŸparmak daÄŸlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraÅŸütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduÄŸundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düÅŸman hatlarına düÅŸtüm. AÄŸaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateÅŸ altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde büyük bir ÅŸaÅŸkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:
«–OÄŸlum! Burası düÅŸman hattıdır. Ne iÅŸin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?» dedi.
Ben de:
«–Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düÅŸürdü.» dedim.
Nur yüzlü ihtiyar, hafifçe başını salladı:
«–Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oÄŸlum? Gel seni onların yanına götüreyim!» dedi.
Birlikte müthiÅŸ bir ateÅŸ çemberi altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuÅŸçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir ÅŸaÅŸkınlığa sevk ediyordu. Bana ismimi, nereli olduÄŸumu vs. birçok suâller sordu. Ben de istediÄŸi cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:
«–Baba! Ya sen kimsin?»
O da:
«–OÄŸlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.» dedi.
Sonra:
«–Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Åžâyet memlekete saÄŸ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?» dedim.
O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:
«–OÄŸlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!» dedi.
Bu arada birliÄŸime gelmiÅŸtik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaÅŸtım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.
Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek ÅŸaşırdı. Benim o ateÅŸ çemberinden nasıl olup da kurtularak birliÄŸime ulaÅŸtığıma hayretle haykırdı:
«–Buraya nasıl gelebildin?!»
Ben de:
«–Beni, yaÅŸlı, güzel bir baba getirdi.» dedim.
Harp bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduÄŸu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. SorduÄŸum kimseler:
«O mübârek bir zâttır» diyerek burayı târif ettiler.”
Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:
“–Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüÅŸtürün!” dedi.
Böylece meseleyi bütün yönleriyle öÄŸrenen Muharrem Efendi, ÅŸâhid olduÄŸu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir ÅŸey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdeta kekeleyerek hulâsaten:
“–Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse deÄŸil, 1541-1628 yılları arasında yaÅŸamış bulunan büyük bir Allah dostudur. Herhâlde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.
Bu cevabı duyan vefâkâr ve îmanlı genç, daha o an öÄŸrendiÄŸi hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiÄŸi ve hayatını borçlu olduÄŸu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaÅŸmıştı. Harp sahasının o müthiÅŸ hengâmında yaÅŸadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çaÄŸlayan hâlinde hıçkırmaya baÅŸladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli aÄŸladı.
Hüdâyî mihrabının imamı da aÄŸlıyordu…
Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahÅŸettiÄŸi mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından sadece bir misâldir.
Åžunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. O’nun kullara bu nevî yardımları da, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar varolagelmiÅŸtir.
***
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed Hân’ın talebi üzerine yaptığı ÅŸu duâsı ne kadar mânâlı ve güzeldir:
“Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensub olanlar, denizde boÄŸulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boÄŸularak olmasın!..”
Bütün ulemâ ve evliyâ, bu duânın kabul olduÄŸunu, bu yola mensub olanların denizde boÄŸulmadıklarını ve pek çok kimsenin vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirmiÅŸlerdir.
Zamanında ve daha sonraki yıllarda tesir ve nüfûzu devam eden Hüdâyî Hazretleri hakkında son derece tâzimli ve hürmetkâr ifâdeler kullanılmıştır. Bunlardan bir kısmı ÅŸöyledir:
Zamanın kutbu, Azîz, zamanın müfredi, hakîkat sırlarının hazinesine vâsıl, mücâhede mihrâbının mumu, tarîkat-i Muhammediyye sırlarını ÅŸerh eden, hakîkat-i Ahmediyye nurlarının indiÄŸi gönül, sultân-ı sâbit-kadem-i makâm-ı hilâfet ve velâyet.
Yâ Rabbî! KurmuÅŸ olduÄŸu vakfı, vermiÅŸ olduÄŸu eserleri ve mânevî tasarrufuyla asırlardır gönülleri feyiz-yâb eyleyen Hüdâyî Hazretleri’nin himmetinden bizleri de nasibdâr eyle!
Âmîn!
[1]. Hüdâyî Hazretleri’nin Üftâde Hazretleri’ne intisâbı ile alâkalı diÄŸer bir rivâyet daha vardır ki ÅŸöyledir:
Hazret-i Hüdâyî, Bursa’da kadı nâibliÄŸi ve müderrislik yaparken bir gece rüyâsında kıyâmetin kopup Sırât ve Mîzân’ın kurulduÄŸunu ve nice takdir ettiÄŸi kıymetli kimselerin hattâ çok sevdiÄŸi hocası Nâzırzâde’nin dahî cehennemlikler arasında olduÄŸunu gördü. Bundan gerekli dersi alarak büyük bir gayret ve irâde ile dünyevî meÅŸgalelerini terk etti ve Üftâde Hazretleri’nin talebeleri arasına dâhil oldu.
[2]. Üftâde Hazretleri’nin bu duâsı tahakkuk etmiÅŸtir. “1. Ahmed Han” bahsine bakınız.
[3]. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri arasındaki yakınlık ve muhabbet tezâhürleriyle yaÅŸanan diÄŸer bir kısım tecellîler, 1. Ahmed Han mevzuunda anlatılmıştır.

